AŞK, büyük sevgi. Eski Çağda düşünürlerin çoğu tarafından yalnızca bedensel bir istek olarak görüldü. Sokrates, Platon, Aristoteles ve Stoacılarla Plutarkhos’a göre aşk en yüce ve ince duyguydu. Daha sonraki düşünürlerden Descartes ve Spinoza’ya göre ise, aşk bir tutkudur. Nietzsche, Schopenhauer ise aşkı insan soyunu sürdürmek amacıyla insana kurulan tuzak olarak tanımlarlar. Türk edebiyatında, tasavvufta aşk kavramı, evrenin var olmasına yol açan ilk neden anlamında geçer. Tanrı kendini görmek için evreni yaratmıştır. Tanrı’nın sureti olan insanın aslına dönebilmesi, yani Tanrı’ya kavuşabilmesi, nefsini yenmekle olasıdır. Bunun yolu da aşktır. Yunus Emre’de en güzel örnekleri görülen bu aşk anlayışı bütün dîvan edebiyatını etkilemiştir. Yine Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk adlı eseri tasavvufî aşkı konu alan en güzel örneklerden biridir. Tasavvufta insanı Tanrı’ya ulaştıracak bu aşka gerçek aşk (aşk-ı hakikî), insan güzelliğine duyulan aşka da geçici aşk (aşk-ı mecazi) dendi. Tasavvufî halk edebiyatındaki Tanrısal aşkın yerini, âşık edebiyatında dünyasal aşk anlayışı aldı.