ARUZ, hecelerin sayılarına göre değil de ses değerlerine göre düzenlenen ve genellikle İslâm uygarlığına bağlı uluslarca nazımda kullanılan ahenk ölçüsü. Arapçada “yan, yön, yanak, yol, yöntem, büyük çadırların orta direği” gibi anlamlara gelir. İlkin Araplar tarafından kullanıldı, 8. yüzyılda Basralı dil bilgini İmam Halil tarafından sistemleştirildi. İslâmiyet’ten sonra, Arap edebiyatının gelişmesi üzerine bütün dil ve edebiyat kurallarının düzenlenişi sırasında Arap vezin sistemi ve aruz da düzenlendi. Bundan sonra gelişen Müslüman İran edebiyatı, Arap aruzunu, kendi özelliklerine uydurarak aldığı gibi, Türk, Hint (Urdu), Kürt ve Afgan edebiyatları da Acem vezin sistemini ve aruzunu, dillerinin ve eski edebî kültürlerinin etkisiyle bazı değişikliklerle aldılar. Arap ve Fars edebiyatlarını çok iyi bilen, iki dilde de kolaylıkla şiir söyleyebilen kentli aydınların, bir süre modaya uyarak Farsça şiirler yazdıkları, sonra da aynı ölçüyle Türkçe şiirler yazmaya giriştikleri biliniyor. Aruz vezinleri ses değerine göre düzenlenmiş olmakla birlikte, geleneksel 11’li hece vezninin de bunda etkisi vardır. Gerçekten Türklerin kullandığı Acem mesnevî vezinleri, biri dışında 11 hecelidir. Bu nedenle yabancı araştırmacılar, Sultan Veled’in kimi şiirlerinin, Âşık Paşa’nın “Garibnâme”sinin heceyle yazıldığı yanılgısına düşmüşlerdir. Ayrıca aruzun, Arapça sözcüklerin uzun ya da kısa söylenişlerine göre düzenlendiği, Türkçe sözcüklerin ses yapısının ise buna uymadığı, imale (çekme) ve vasllarla (ulama) aynı sözcüğün değişik dizelerde değişik biçimlerde okunduğu göz önüne alınırsa bu doğaldır. 16. yüzyıl şairlerinden Fuzûlî’nin sert dil olarak nitelediği Türkçenin bu yapısal özelliği, 11. yüzyıldan başlayarak yaygın biçimde kullanılan aruzun etkisiyle Türkçede yabancı sözcüklerin artmasına yol açtı. Yabancı sözcükler arttıkça da nazım tekniğine ilişkin bozukluklar azaldı. Aruzun kullanılmaya başlanmasıyla özellikle Çağatay ve Azerî alanlarında tuyug, koşuk, türkü, tarhanî gibi nazım biçimlerinin ortaya çıktığı, Osmanlı şiirinde de sonradan şarkı adı verilen, murabbaların yazıldığı görülür. Hepsinde ortak nokta, bu şiirlerin belli bir besteyle okunmak için yazılmış olmalarıdır. Âşık ve zümre-tarikat edebiyatında bu, daha çok göze çarpar, iki ayrı geleneğin birbirini etkilemesi sonucu dîvan şiirinde ve İran edebiyatında görülmeyen, aruzla yazılmış nazım biçimleri geliştirilir. Dîvan, semâî, selis, kalenderî, şatranç bunlar arasındadır. Sözcüğü oluşturan hecelerin ses değerine dayanan aruzda, Arapça sözcüklerin yapısına uyularak sebeb, veted, fasıla diye üçe ayrılan heceler efâil ü tefâil denilen sekiz kümede toplandı (feûlün, fâilün, fâilâtün, müstef’ilün, mefâilün, mütefâilün, müfâaletün, mef’ûlât). Anlamı olmayan, yalnızca ses değerini belirten bu sekiz sözcüğün çeşitli sıralamalarla bir araya getirilmesi sonucu bahr denen 19 dizi oluşturuldu. Bu 19 bahrden her biri de kendi içinde ayrıca çoğaltıldı, kimi kalıplar kimi belli biçimler için kullanıldı.